D.Ali Taşçı’nın duygulandıran o köşe yazısı:
Bugün, İstiklâl Marşı’nın yazılışının 99. yılı. Yaklaşık bir asırdır bu milletin ruh kökünü temsil eden bu marşı, gönlünden kalemine kan çekerek yazan Mehmet Âkif’e çok şey borçluyuz; çünkü Âkif millettir, millet Âkif’tir.
Osmanlı’nın, İttihat Terakki zihniyetine kurban gitmesinden sonra, yeni bir oluşum gündeme gelmişti. Bunun için de Ankara merkez olarak alındı. İlk zamanlar herkeste bir tereddüt oluşmasına rağmen, Âkif bu tereddüdü yenerek ve bizzat Ankara’dan davet alarak, Ankara’ya hareket eder. Âkif’in önemli bir kanaat önderi olarak Ankara’ya gelmesi, milletin bağrında çok büyük bir heyecan yaratır; çünkü Âkif, halkın içinde uzanıp gelen tarihi bir gelenektir.
1908’e kadar neredeyse hiç toprak kaybetmeyen İkinci Abdülhamid, İttihat Terakki’nin 1908-1918 yılları arasındaki iktidar döneminde Osmanlı tasfiye edilir. Balkan Harbi, Çanakkale Savaşı, Sarıkamış, Birinci Dünya Savaşı… 4 milyon km. kare topraktan, şimdi elimizde bulunan 780 bin km. kareye zor ulaşılır. Aynı dönemde bir dolar da seksen kuruştur.
Olan oldu, Ankara’da TBMM kuruldu ve daha savaşlar devam ederken, bağımsızlık adına bir marş yazma işi gündeme gelir. Bu işi yapacak olan en önemli şair ve aynı zamanda düşünür Mehmet Âkif’tir. Ne var ki, marş için 500 lira ödül konması, Âkif’i bundan uzaklaştırır. Milli Hükümet’in ikinci Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’in deyimiyle “ İstiklal Savaşı’nda duyulan heyecanı bir sanatkârın kelimeler haline sokması, yalnız sonraki nesiller için değil, İstiklâl Savaşı devresinde yaşayanlar için de kuvvet kaynağı olacaktı.” 1-
Bir köşe yazısında konunun detaylarına giremeyecek olduğumuz için kısa kısa Marş’ın yazılışına değinmek istiyorum:
Marş için 724 şiir katılır. Bunların içerisinden altı tanesi seçilir ama pek beğenilmez. ( Bu altı şiir, o dönem Meclis kâtipliği yapan ve durumu çok yakından izleyen Mahir İz’in “ Yılların İzi” adlı kitabında mevcuttur.) Bu işi Âkif’ten başka yapacak kişi de yoktur; kanaat bu yöndedir.
İnsanın aklına gelmiyor değil, memlekette birçok şair vardır ve fakat bu şairlerin hiçbiri marş için şiir yazmamışlardır. 724 şiirin şairinin(birkaçı hariç) hiçbirini tanımıyoruz; çünkü bunlar Anadolu’nun bilinmeyen çocuklarıdır. “Abdülhak Hamid, Yahya kemal, Faruk Nafiz, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Enis Behiç… hepsi hepsi, Ankara’dan ve Anadolu’dan uzakta, İstanbul’da bulunuyorlardı.”2- Sonra ne oldu? Savaş kazanılır kazanılmaz, Mehmet Âkif sürgüne gitti, bu efendiler gelip koltuğa oturdular! Kanlarıyla, canlarıyla İstiklal mücadelesi verenler “hain” oldu, mirasyediler “kahraman” olarak arz-ı endam ettiler.
Âkif, çok yakın arkadaşı Hasan Basri (Çantay) tarafından, İstiklâl Marşı’nı yazmaya ikna edilir. O da Taceddin Dergâhı’na kapanarak şiirini yazmaya koyulur. Çantay’ın hatıralarında, “Aradan iki gün geçti, sabahleyin erken Üstad bizim evde, marşı yazmış, bitirmiş.”3- demesi, marşın iki günde yazıldığı sonucuna ulaşılır. Marş’ı ilk olarak 17 Şubat’ta Sebilürreşad dergisinde yayımlar ve orduya ithaf eder.
Mehmet Âkif, şiirini bitirince Meclis’e imzasız olarak göndermiştir. “Âkif’in jüriye verilen manzumesi imzasızdı; ama bütün âza, seçtiğimiz eser onundur, diyorlardı. Bu manzumenin vezninden, kafiyelerinden tutun, mısralara yerleştirdiği kelimelerin mânası, sesi, kısacası her şeyi “beni Âkif yazdı” der gibiydi. Doğrusu da aynı eda ile, aynı mâna ile istiklâl Marşı’nı kim yazabilirdi?”4-
Marşla ilgili Meclis’te üç oturum yapılır. Sonunda 12 Mart 1337/1921’deki son oturumda meclise sunulan altı takrir arasında “Kastamonu Mebusu Doktor Suad, Ankara Mebusu Şemseddin, Bitlis mebusu Yusuf Ziya, Isparta Mebusu İbrahim, Kırşehir Mebusu Yahya Galip ve Hasan Basri’nin “Mehmet Âkif Bey’in şiirinin tercihan kabulü” teklifi oylanarak büyük çoğunlukla kabul edilir.5-
Meclis’in bu esnadaki coşkusunu Eşref Edib şöyle anlatır: “ Maarif Vekili (Hamdullah Suphi) bu marşı Büyük Millet meclisi kürsüsünden okuduğu zaman mebusların alkışlarından Meclis’in tavanları sarsılıyordu. Ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki bütün Meclis yekpare bir kalp halinde dalgalanıyordu. Üstad ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.”6-
Marş’ın yazıldığı bu günlerde yurt baştanbaşa düşman istilasına uğramış, bu ölüm ve dirim savaşının en kanlı gününde birçok “büyük zevat(!)” yan gelmiş pusuda yatarken, Âkif merhum istiklâl Marşı’nı yazarak orduları adeta cephede de coşturmuştur, çünkü marş, bazı cephelere götürülerek askerlere de okunmuştur.
Ödül için Mahir İz şunları söyler: “ Âkif Bey, parayı alıp Sarıkışla hastanesindeki yaralı gazilere hibe etmiştir.” 7-
Milleti, memleketi için varını yoğunu harcayan ve bu millete İstiklal Marşı’nı armağan eden Âkif, hayatının son 12 yılını Mısır’da sürgünde geçirmiştir. Gitmeseydi öldürüleceğini biliyordu. Her yerde izlendi, hatta Mısır’da bile. Milletvekilliği maaşı bile bağlanmadı; Mısır’da adeta fakr u zaruret içinde yaşadı. En acı olanı, TC İç İşleri Bakanlığı tarafından, İskenderiye Başkonsolosluğu’na soruşturma açıldı; Mehmet Âkif’e Türkiye’ye giriş vizesini kim verdi, diye!
Çocuklarına hâkim olamadı ve en büyük derdi de buydu. Kızının oğlu, Türkiye Komünist partisi genel sekreteri bile oldu. Âkif’in oğlu Emin, Beşiktaş’taki bir çöp bidonunda ölü olarak bulunmuştu. Kızı Suat Hanım, Beyoğlu’nda bir sokağa terk edildi.
Âkif de 1936’da ölüp Beyazıd Camii’ne getirildiğinde, tahta bir sala konulmuş ve üzerine bayrak bile sarılmamıştı. Cenazesinde resmi zevattan hiç kimse yoktu Esnaftan Mahir Usta olmasaydı, İstiklal şairimizin tabutuna bayrak sarılmayacaktı. Cenazesine katılan öğrencilere soruşturma açıldı. Gazeteler, onun ölümünü adeta duyurmadılar. 1925 ve 1937’de iki defa “İstiklal marşı yazma yarışması” açtılar. Bunun nedenlerinden biri de, Âkif’in İstiklal Marşı’nda özel isime yer vermemesiydi; ama başaramadılar. Söylenecek o kadar çok şey var ki!
Bütün bunlar niçin oldu diye bir soru sorarsak, âcizane kanaatim, Âkif kişilikli, dürüst, özü- sözü doğru ve çok iyi bir Müslüman oluşundan, yani zihniyetinden, diyebilirim. Ne yazık ki, Âkif’in zihninde tahayyül ettiği “giden”le, hiç aklına getirmediği “gelen” arasında müthiş bir tezat vardı ve hayal kırıklığı yaşayan Âkif olmuştu! O’na rahmetler sunuyoruz ve “Bu ezanların şahadetlerinin dinin temeli olduğunu” unutmadığımızı da not ediyoruz.
Abone Ol